İlk çağlardan bu yana bizler neslimizin devamını sağlamak için belli başlı aktivitelerde bulunuyoruz. Barınma, yeme ve ısınma gibi. Tabi bunlar sadece bireysel düzeyde değil aynı zamanda toplumsal düzeyde çabaları barındırıyor.
Örneğin büyük bir avı yakalayabilmek için insanlar bir araya geliyor tıpkı hayvanlar gibi. Bu toplumsallaşma ilk çağlarda henüz grup ve kuralların olmadığı dönemlerde; devlet ve otoritelerin olmadığı zamanlardan itibaren ortaya çıkıyor. Zamanla sadece hayata kalmak için değil belli toprakları sahiplenmek istemeleri; kendi ırklarını üstün görmeleri gibi tam da insanlara yakışır yozlaşmış zihniyetleri, kuralları ve kalıplara kendini yoğuruyor. Aynı bölgede yaşayan insanlar zamanla uygarlıklar, devletler hatta imparatorluklar bile kuruyorlar. Sonuçta bu otoriter düzen yapısını toplumsallaşmaya borçlu oluyor. Eski dönemden şu ana dek.
Mevcut dönemimizde ister bilimle ister imkanlarla insanlar sürekli kültürel etkileşimde bulunuyorlar. Bu etkileşimler sonucu entelektüel bir birikim ortaya çıkıyor. Ülkelerdeki hizmetlerle insanlara olan davranışlarla liderlik ya da otoriter bir yönetim anlayışının olduğu gibi. Başta dedim ya toplumsallaşma ile ortaya çıkan bu durum zamanla belli bir ideolojiye insanları etrafında topluyor. Eskisi gibi hayatta kalma mücadelesi değil de daha özgür daha rahat bir şekilde kendimizi ifade edeceğimiz kişiler tarafından yönetilmeyi tercih ediyoruz. Yönetilmeyi tercih etmemiz ayrı bir trajikomik durum ama en azından geçmişe nazaran gücü değil de bize sunulacak imkanları referans alıyoruz. Bize ne tür imkânlar sağlayabilirler diye.
Ama dikkatimi çeken bir şey var şu anki insanların önünde sahneye çıkan bürokratlarda. Nedense herkes toplumun bir bağrından çıkmış da herkes kendince çobanlık yapmış da sanırsınız anne karnından beri liderliği öğrenmişler. Çobanlık denince birçoğumuzun aklına bir köy yolundan geçerken adres soracağınız ya da size birkaç parça ekmek ile peynir ikram eden birisi gelebilir. Bazılarımız için flütüyle doğayı mest eden birisi. Ama yönetimdeki kastı bu olmuyor. Yaptıklarından daha çok sorumlulukları referans alınıyor. Örneğin sürünün nereye gideceğini o belirler nerelerde otlayabileceğini de ama çobanın belirlediği sınırlar içinde sürünün istediği gibi gezmesi özgürlük gibi gelir. Bu söylediğimde sorgulanacak çok şey olabilir ama mevcut imkanlarımızla pek fazla bir şey yapamayız. Peki ya bizim ne yapmamız gerekiyor da bu çoban sürüsünden farklı bir yanımız olsun. Sonuçta kendini ortaya atan insanlar bütün problemlerimizi çözeceklerini ve adaletli davranacaklarını söylerler. Bir devleti ayakta tutan terazinin ayakları olduğu gibi devletin adaleti olduğunu biliyormuşçasına. Diyelim ki yeteri kadar sorumluluğunu yerine getirmedi bize daha iyi bir seçenek sunulacak mı? Gerektiği zaman lider denen zirve sahibini sorgulaya bilecek miyiz? Değişmesi gereken zamanda değişir mi? Bence asıl sorular bunlar.
Ama kaçımız yaşadığımız ülkenin politikalarını biliyoruz ki. Kaçımız geleceğe yönelik yatırımlarımıza hakimiz, Kaçımız kalkınma planlarımızdan haberdar. Hangimiz bu kadar önemli şeyleri sorguluyoruz. Henüz sorgulayamadığımız şeyi nasıl muhakeme edebiliriz. Bir sorunumuzu adaletli bir şekilde devletle nasıl çözebiliriz? Devlet biz değil miydik? Değerli dostlarım okuyup araştırmadığımız sürece ne kültürel bir bilgi birikimine sahip oluruz ne de koyundan farkımız olur. Nasıl ki bir eşya alırken dükkân dükkan gezip en uygun fiyat ve en kaliteli ürün alınıyorsa en ideal yaşam ve entelektüel birikim okuyup araştırılarak elde edilir. Sonuçta her hafta sonumuzu bir ülkede geçirip farklı insanlarla etkileşim içinde bulunamıyoruz ki yaşam kalitelerimizi sorgulayalım. Standartlarımız gereği okumaktan başka çaremiz kalmıyor sanırsam. Yani bir köşeye atıp göz ardı ettiğimiz kitaplar, konular, yayınlar belki de o kadarda küçük bir şey değildir.
Yorumlar kapalı.