Köy denince, ilk önce gözümün önüne o terk edilmiş evler geliyor.
Özelikle belirli bir yaştaki insanların, belli başlı sebeplerden ötürü köyünü terk edip şehirleri mesken tutmuşken…
Yaşlılarımız ise hala doğup büyüdüğü dedelerinden miras kalan evinin ocağını söndürmemeyi tercih ediyordu.
Sorsak herkes köylerini çok seviyordu. Arada sırada gidebileceği köyde bir evinin olmasını çok istiyordu. Ama yaşamaya gelince çok azı köylerde yaşamayı tercih ediyordu.
Köyler hala o bildiğimiz eski köyler…
Buğdayı tarladan, sütü inekten, yumurtası tavuktan, üzümü bağdan, meyvesi-sebzesi bahçeden.
Ve çok sevinerek söylüyorum; Siirt ve Antep’ten sonra, biz Batmanlılarında fıstıkları var.Köylerde pos cihazı yok, kredi kartı geçmez, para geçmez.
Burada her şeyi sarf ettiğin emek karşılığında elde edebilirsiniz. ”armut piş ağzıma düş” yok emek vereceksiniz, bakım vereceksiniz ki armut pişsin toprağa düşsün.
Köylerin en lüx manavları bahçeleridir. Her çeşit meyve ve sebzesi mevcuttur.
Sadece yazın faydalanmaz insan köyün nimetlerinden. Kışa da yatırım yapar. Peynir, salça, turşu, salamura, kurutmasından, konservesine kadar bir çok saklama koşullarıyla kaldırılan ürünler kışında sofralarda yerini alır. Büyüklerimizinde dediği gibi ”kevirê havînê bavêje kadînê”
Yaz ayları köylerin en kalabalık olduğu zamandır, herkes harıl harıl çalışır.
Karıncalar bile tıpkı insan misali sırtlarında yükleri yaz boyu erzak taşır yuvalarına.
Her şeyin bir zamanı vardır.
Hasat zamanı, ekin zamanı, üzüm pekmez zamanı derken üzümün hem kurusu, hem pestili, hem de pekmezi yapılır. Pekmez demişken genellikle Ağustos ve Eylül ayları arasında yapımına başlanır. Pekmez deyip geçmeyin faydalarını saymakla bitiremem ama ben asıl yapılışından söz etmek isterim. Daha önce hiç pekmez sevmezdim taki yapılışını görene kadar. O kadar meşakatli bir iş ki pekmez yapımı sevmemek mümkün olmuyordu artık.
Saatlerce hatta yirmi dört saate aşkın aşamalı bir şekilde odun ateşinde kazanlarda yavaş yavaş kaynatılır ta ki kıvamına gelene kadar.
Bu arada yazdığım gibide kolay olmuyordu.
Köy insanı merttir, paylaşımcıdır.
Kimin neyi varsa olmayanla paylaşır. Ya da takas yoluyla değişir. Köy grupları içinde değişik insanlar yok, tepeden bakma yok, baştan aşağı süzmek yok, herkes eşit aynı derecede.
Çoğumuz bunları ardında bırakmayı tercih etti, ya da bırakmaya mecbur kaldı.
Bugün apartman dairemizde, site bahçelerinde eş dostla oturup köy günlerini yad ederken birden aklıma o çok sevdiğimiz ilkokul sıralarında dilimizden düşmeyen o şarkı düştü.
”Orda bir köy var, uzakta,
O köy bizim köyümüzdür.
Gezmesekte, tozmasakta,
O köy bizim köyümüzdür.”. Sanki Ahmet Kutsi bu şarkıyı adeta bu günler için yazmıştı.
Orda bir ev var, uzakta,
O ev bizim evimizdir.
Yatmasak da, kalkmasak da
O ev bizim evimizdir.
Eskiler çok şanslıydı. Doğal hayatta, temiz havayı soluyarak, Fastfood yiyeceklerinden tamamen uzak, organik beslenerek hayata ve hastalıklara meydan okumuş insanlardı.
Bizde bir nebze faydalandık bu doğal hayattan diyebilirim.
Ama gelecek nesil için çok tedirginim.
Belki de köy kültürünü ilkokul şarkılarında veyahut okul kitabında tanıyacaklardı, ya da büyüklerimizin anlattığı bir anıda. Ya da efsane olmuş dilden dile uzamış hikayelerden.
Köylerimizde nüfus çoğalıp, ekonomik geçim zorlaştıkça dededen kalma çiftçilik-hayvancılık gibi mesleklerde yok olmaya yüz tutup ve süratli bir şekilde eksilen iş gücünden dolayı
insanlarımızdan da fazlasının büyük bir kısmı köyündeki mevkiini ardında bırakarak şehirlere akın etme durumundan kalmıştı. Her biri ayrı sebeplerden ötürü ayrıldı köylerinden. Kimi memur oldu atandı, kimi mecbur kaldı, kimi de tercih etti gitti. Bunun yanı sıra köyde kalanlarımızda vardı elbette.
Bugün her birimizin bir büyüğü hala yaşıyor köylerde. O çatının altında bir araya gelmemize vesile olan, iyi günde, kötü günde, toplaşmamıza sebep olan büyüklerimizi Allah başımızdan eksik etmesin…
Orda bir köy görünüyorsa eğer, kılavuza gerek kalmaz artık..
Yorumlar kapalı.