Yazar Selahattin Demirtaş’ın ilk kitabı ‘Seher’ öykülerden oluşuyor ve yazar daha sonra yine bir öykü kitabı olan ‘Devran’ı ve ‘Leylan’ romanını yazdı.
Wikipedia’dan ‘Seher’ kitabı için bazı bilgiler: ‘Kitap 20 günde 8 baskı yaparak 100.000 adede ulaşmıştır. Kitap 4 ay gibi kısa bir sürede yaklaşık 200.000 baskı adedine ulaşmıştı. 4 dile çevrilmiştir…’
Yine Wikipedia’da; her baskıda iç kapak renklerinin farklılığından söz ediliyor. Basımından dört yıl sonra aldığım kitabın 30. baskısının iç kapak rengi mavi.
Demek ki yazar Demirtaş’ın kitapları alınıp okunuyor. Ben de yazarın kitaplarını her yerde okuyanlara rastlıyorum. Yazarın geniş bir kitleye ulaşması ve kitaplarının yüksek satışı kayda değer olarak görülmeli. Bunu hem Demirtaş’ın siyasette kazandığı prestijin hem de sanata verdiği emeğin bir göstergesi diye düşünüyorum.
Ne var ki ben, günümüz kitaplarına ve yazarlarına biraz mesafeliyim, önyargılıyım da. Piyasadaki, vizyondaki ve popüler eserleri tercih etmiyorum. Mesela, Simyacı, Nietzsche Ağladığında, Bülbülü Öldürmek kitaplarını ve Hasan Sabbah’la ilgili kitapları ve bunlar gibi daha nice yazar-kitabı okumuş değilim.
Yukarıdaki eserlere benzer biçimde Selahattin Demirtaş’ın kitaplarının çok satar olması ve popülaritesi dolayısıyla yazarı okumayı düşünmediğimi söylemeliyim. Ancak bana yazarın Seher ve Leylan kitaplarını okumam tavsiye edildiği gibi öyküleri üzerine yazmam da istendi. Jean Paul Sartre’nin dediği gibi: Yazmak bir sipariş işidir.
Ben de ‘Seher’deki öyküler üzerine yazmak istiyorum.
Yazar ‘Seher’ kitabında deneme-öykü tarzı öykülere yakın duruyor. Öyküler genel bir başlık altında, mesela ‘Kadınlar Üzerine’ bir inceleme olabilirdi. Bence yazar bu türde yazsaydı daha derin bir etki yaratırdı. Harika da olurdu.
Selahattin Demirtaş, mükemmel bir konuşmacı, anlatıcı. Onun gözlemleri ve anıları da oldukça akılda kalıcı. Öykülerde ‘Sözün şehveti’ denilen güç iyice seziliyor. Yazarın kafasında esinler, fikirler kaynaşıyor sanırsınız; yazar, kelime üstüne kelime, cümle üstüne cümle, diyalog üstüne diyalog geliştiriyor. Demirtaş siyaset sahasında çok insan tanıyıp birçok yer gezdiğinden olayları başarılı bir biçimde anlatıyor. Bu yüzden siyasetçi Demirtaş’ın öykülerinde konuşma dili özellikleri görünce şaşırmıyoruz. Zaten Seher öyküsü baştan sona devrik cümlelerle yazılmış.
Yazar, sık kullanılan imgeleri ve kitlesinin çağrışımlarını bilen bir dilde karakterlerini konuşturuyor. Yazarın siyasi dili de zengin olunca kendine has üslupla alabildiğine rahat olayları aktarmasıyla karakterler tanıdık gelmeye başlıyor.
Derler ki, insan konuştuğu gibi yazmalı. Ama yazmak fazlalıklardan arınmaktır; konuşmaksa günlük ifadelerle doludur. Bunun için konuşmak rahatlık ve özgürlük barındırır. Yazı da ise bunlar yok. Konuşulduğu tarzda yazınca yazmanın handikapları önümüze çıkar. Her şeyi konuşabilsek de edebiyat sahasında her şeyi olduğu gibi yazamayız; hem anlatımda hem tasvirde hem de diyaloglarda belirli bir kurgusallık ile özselliğe gitmek durumundadır sanatçı. Tabii, gündelik anlatımı öykü diline temel yapmış, Orhan Kemal, Sait Faik gibi öykücüler de vardır. Fakat onların bu türden bir anlatım tarzını bilerek bir tercih olarak kurguladığını biliyoruz.
Yazar Seher’deki öykülerinde öykünme ve esinlenmekten ziyade, kişisel yaşantısından yararlanmış. Selahattin Demirtaş, Evrensel Gazetesi’nde verdiği röportajda: ‘İlham alabileceğin tek şey yaşanmışlıklar ve hatıraların oluyor, bir de kitaplar elbette.’ diyerek, öykülerindeki otobiyografik öğeler ve kişisel yaşanmışlıklarının etkisine vurgu yapıyor.
Yazarın yaşadıkları ve hatıraları belli ki anlamlı bir düzeyde. Peki ya okudukları kitaplar? Yazar, önceleri ne okumuş? Ya da neleri okumayı tercih etmiş? Cezaevlerinde ne tür kitaplar var? Bilmiyoruz.
S. Demirtaş öyküleri yazarken sanki topluma yararlı olmak fikri ağır basmış gibime geliyor. Öykülerde bolca sosyal ile siyasi hayata ve insana dair fikir bulmak mümkündür.
Sanatçı türünü seçmek zorundadır. Neyi nasıl yazmak gerektiği meselesi sanatta çok önemlidir. Yazarken anılar, düşünceler, duygular, olaylar, hayaller, alıntılar zihnimizde var olurlar. Konumuzu anlamak ve başkalarına da anlatmak için materyallerimizi en iyi şekilde kullanmak, onlara bir biçim bulmak gerek. Biçim, anlatım ve anlatımın ta kendisidir.
Montaigne denemelerden başka şey yazmamıştır. Çehov öyküleri ve tiyatro yapıtlarıyla tanınır.
Seher’deki öykülere gelirsek; ‘Cezaevi Mektup Okuma Komisyonuna Mektup’ ile ‘Sonu Muhteşem Olacak’ deneme-öykü bile değiller. Biri adı üstünde bir mektuptur, diğeri ise ‘Kent Konseyleri Üzerine’ gazetelere yazılan bir makale gibi okunabilir.
Seher’de en sevdiğim öyküyse ‘Bildiğiniz Gibi Değil’ öyküsüdür. Bu öyküdeki kahraman kendi kendine gelin güvey olan platonik aşklarını anlatan işsiz bir delikanlıdır.
İşte karşımızda bütünüyle içe bakış yöntemiyle yazılmış psikolojik çok güzel bir öykü. Bu öyküde en azından farklı bir tat alıyoruz. Kahraman günübirlik rastladığı veya rastlamış olduğu genç kızlara hayali aşklar tasarlamaktadır. Hayalcimiz tutulduğu kızlara nasıl sevilmek istediklerini sorarak başlıyor anlatmaya. Her aşkın sonunda da ölüyor hayalcimiz. Ve mezar taşı yazıtları öykünün motifi niteliğinde ilerliyor. ‘SEN Mİ GELDİN……. ? ’
Kahramanımızın aşkları ise arabesk sayılabilecek, belki biraz mazide kalmış aşkları anımsatıyor. Ayrıca öyküde hafif melodrama kaçan romantik bir duygu havası da var. Sanatçı bildiğimiz, izlediğimiz, hatta belki de yaşadığımız aşk çeşitlerini heyecanlı ve akıcı anlatmış. Üstelik toplum içinde böyle işsiz-güçsüz, genç kızların peşinde koşan tiplerin var olması öyküyü gerçekçi kılarken sanatçının da öykü anlatma gücünü gösteriyor.
‘Tarih Kadar Yalnız’ öyküsünü ise çok uzun olmasaydı ve sosyal mesajlar bu kadar açık verilmeseydi severdim herhalde. Aile bireylerinin birbirlerini tanımaması ve okuma-yazmakla ilgili konusu dikkatimi çekiyor. Ancak mimar olan kadın karakter sosyalleşmekten, halkla bütünleşmekten söz edip dururken babasını daha tanıyamamıştır. Asıl tema da budur. Çünkü yazar bu olgudan finale varıyor.
‘Temizlikçi Nazo’ öyküsündeki karakter bir gösteriye katılmadığı halde suçsuz yere cezaevine konuluyor. Sonunda adı ‘Nazan’ olan karakter cezaevinde ‘devrimcileşerek’ ‘Nazo’ oluyor. Ayrıca öyküdeki kahraman arabalar konusunda uzman olup Ankara gibi büyük bir kentte yaşadığı halde sevdiği ve bildiği arabalar konusunda bir iş sahibi olmaması ve hala evlere temizliğe gitmesi gerçeklik duygusuna ters düşüyor; bu durum ilginç olduğu kadar kafama da takıldı.
Kitaba adını veren ‘Seher’ öyküsü yine bildiğimiz bir olaydan söz ediyor. Bir erkek tarafından kandırılan (hadi günümüzün moda deyimiyle söyleyeyim tongaya düşen) genç kız tecavüze uğrar ve aile de kızını öldürür. Tabii en küçük erkek kardeş kız kardeşini vurur.
Gazete haberlerini okur gibi, tvdeki haberleri izler gibi oldum.
Selahattin Demirtaş’ın konuları kaliteli, sağlam sayılabilir ama anlatımı zaman ve doğa tasvirleri yönünden aksıyor. Kitabı bir kez de bu gözle okudum. Şu var ki, ‘Hikayenin kuyruğuna takılarak’ okunan polisiye romanlarda da yazınsal kalıplar görürüz. ‘Seher’ öyküsünde bir yerlerde ‘Hava soğuktu…’ yazılmış. Zaman bir tuhaf şekilde geçişler yapıyor. Aniden sabah oluyor, aniden akşam… ‘…sabahın köründe…’, ‘akşam erken uyudular…’ gibi. Gökyüzü ve yeryüzü üzerine hiçbir yazınsal kalıbı görmedim. Sanki dünyada ağaç, bulut yok gibi…
Seher’deki öykülerde sosyal mesajlar uzayıp gidiyor. Mesajlar bir karakter veya yazarın kendisi tarafından apaçık ifade ediliyor. Bu da kurmacanın gerçekliğini azaltıyor. Sanat sezgilerle, hayal gücüyle ve okuyucuya bırakılan paylarla gerçeklere ulaşır.
Kitaptan rastgele birkaç örnek: ‘Aşkların, sevdaların uğradığı mutasyon…’ ‘… sermayenin tabana, yani halka yayılmasını savunuyorduk.’ ‘Anlaşılan hayat yasakların içinden boy verecekti…’ ‘Diren bence…’ ‘Kararlı ve cesur bir şekilde yürürsen…’ vb. öğütlerle sürüp gidiyor.
Bir edebi eserde sosyal, ekonomik ve siyasi sorunları uzun uzun açıklamalarla görmek edebiyat nedir sorusunu da bir hayli düşünmeyi gerektiriyor. Bildiğim kadarıyla büyük yazarlar kendi çağlarının sorunlarını yazdılar. Hugo, Balzac, Tolstoy, Gorki, London, Steinbeck, Marquez…
Mesaj kaygısı belliyse, bir öykü, bir roman okumak nedir öyleyse? Yazar, aynı gazetede verdiği röportajda şöyle diyor: Her roman yazarı biraz otobiyografik olmaktan kaçamaz, benim de durumum istisna değil.
Seher kitabında 10 öykü var. Yazar Selahattin Demirtaş 8 öyküyü 1. tekil kişi ile, 2. öyküyü de 3. tekil kişi ile yazmış. Böyle olunca yazarın metinin içine girmemesi ve karakterlere kendi düşünce ve duygularını yansıtmaması çok zor görünüyor. ‘Annemle Hesaplaşmalar’ öyküsü otobiyografik özellikler taşır.
Yazarın romanlarda veya öykülerde araya girip kendi düşüncelerini yazması 19. yüzyılda kalmıştı; modern sanat bunu aştı.
Selahattin Demirtaş kısa öyküler yazıyor. Kısa öykü nasıl yazılır? Bu türü, kısa öykü yazan büyük yazarlardan öğrenmekten başka bir yol var mı? Kısa öyküde iç dünyalara girebilmek kadar kurgunun varlığı ve etkileyici bir final okuma düzeyini yukarılara çıkarır. Deyim inceliklerini, kişi, mekan ve zaman tasvirlerini ile açık, yalın ve kurallı cümleleri yerli yerinde kullanmak kısa öykülerin değerini gösterir. Kısa öyküde merak, şaşırtma, heyecanlandırma, duygulandırma öğeleri önemlidir.
Ve kısa öykülerin büyükleri Mark Twain, E. Allan Poe, Guy De Maupassant, A. Çehov, F. Kafka, O’Henry, E. Hemingway her sanatsal anlatıda olduğu gibi hayatı ve insanı anlattılar…
Halkının gönlünde taht kuran ve milyonlarca insanın evinde fotoğrafı olan Selahattin Demirtaş cezaevinde okuyup yazdığı gibi edebi dil ile kurgu arayışını da sürdürüyor.
Yorumlar kapalı.